Hüseyin Rahmi Gürpınar'ın Romanlarındaki Batıl İnançlar…

Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni, ayni zamanda Rint Tiyatro Eski Genel Sanat Yönetmeni de olan yazar Polat Yıldız Hüseyin Rahmi Gürpınar'ın romanlarındaki batıl inançları yazdı…

PAYLAŞ

Servetifünun dönemi bağımsız sanatçılarından kabul edilen ve o zamandan başlayarak Cumhuriyet dönemine kadar eserler vermeye devam eden yazarımız Hüseyin Rahmi Gürpınar (1864-1944, İstanbul) yaşamı boyunca çok fazla eser üretmiştir. Ağırlıklı olarak roman ve hikâye yazan Hüseyin Rahmi Bey, yaşadığı dönemde eserlerinden para kazanmış ve bu kazanç sayesinde hayatını idame ettirmiştir. İstanbul Aksaray’da doğan yazarımız, henüz daha çok küçükken annesini veremden kaybetmesine karşın büyükanne ve akraba çevresindeki kadınların arasında büyümüş ve yetişmiştir. Bundan dolayı çok şık giyinen, çok titiz, örgü ve dantel işlemeyi dahi bilen bir kişilik olarak karşımıza çıkmıştır.
Yazdığı ilk romanı Şık’tan(1889) başlayarak halkı ustalıkla edebiyatımıza sokmuş, mahalle ağzını, gelenek görenekleri ince şekilde işlemiş, toplumsal hayatı, yaşayış düzenini ve buradaki aksaklıkları esprili bir şekilde eleştirmiştir. İlk dönem eserlerinde yanlış batılılaşma konusunu işleyip alafranga tipler ağırlıkta olmakla birlikte (Şöhret Bey, İrfan Galip vb.) daha sonra Kesik Baş gibi polisiye roman ürünleri de vermiştir. Ama onun hemen hemen her eserinde yer alan önemli bir konu vardır ki, bunu sıkça kullanmıştır: Batıl inançlar.
Hüseyin Rahmi halkı, sokağı anlatırken doğal olarak o dönem yaygın inanışlarını, konuşulan konuları ve yapılan eylemleri de romanında işlemiştir. Yazarımız bunu yaparken dili son derece ustalıkla kullanmakla birlikte, suniliğe düşmemiş, doğal, duru ve yadırganmayacak bir doğrulukta bu konuları karakterler üzerinden gülünç, esprili şekilde ve ibret alınacak ölçüde eserlerinde işlemiştir. Eserlerinde İstanbul dışına çıkmayan Hüseyin Rahmi Gürpınar, İstanbul yaşayış tarzını, tabiat tasvirlerini, konuşma biçimlerini, eğlence mekânlarını büyük bir ustalıkla vermiştir. Sokak ağzı ve halk tabakasını, yaşayışını verse de, büyük köşkler ve konaklar içindeki nahif yaşamı da ustalıkla ve çokça işlemiştir. Onun romanlarında konaklar mekân olarak büyük bir yer edinir. Kendisi de bir zaman sonra İstanbul’u terk etmiş ve ömrünün son 32 senesini, çoğu eserini orada verdiği Heybeliada’daki köşkünde geçirmiştir. O kadar sene boyunca sadece çok az bir sayıda adadan ayrıldığı söylenir. Bununla birlikte yine de onun ara sıra İstanbul’a gidip oradaki gazeteleri, sinemaları takip ettiği anlaşılmaktadır. Adada ziyaretinde bulunanlar arasında dostları Ahmet Refik Sevengil (Hüseyin Rahmi üzerine bir monografi çalışması vardır.) ve Miralay Hulusi Bey bulunmaktadır. Ayrıca insanlardan bunalan ve titizlik hastalığı olan Hüseyin Rahmi insanların çirkinliklerinden ve her anlamdaki pisliklerinden kaçarak böyle bir münzevi hayat tercih etmiştir. Mamafih böyle münzevi bir yazarın, halkı, insanı, doğayı ve mekânları bu kadar doğru ve başarılı tasvir edip anlatması da başarısında çok önemli bir ayrıntı olarak yer alacaktır.
Bizde bugün bu yazımızda Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın bazı romanlarını inceleyerek işlediği ‘batıl inanç’ konusuna değineceğiz. Halkın arasında şimdi bile hüküm süren bazı yanlış, uydurma ve batıl inançlar ta o zamandan günümüze kadar gelmekle birlikte Hüseyin Rahmi’nin romanlarında, olay ve karakterler üzerinden nasıl işlenmiş, ona bakacağız.
Yazarın en çok bilinen hatta filme de çekilen romanlarından olan Gulyabani (1913) yazarın nispeten gençlik dönemi ürünlerindendir. Roman başkarakter Muhsine’nin ağzından anlatı şeklinde aktarılmaktadır. Ana konu ise genç yaşta dul kalan Muhsine’nin bir aile dostu Ayşe Hanım tarafından Yedi Çobanlar Çiftliği’nde yatılı bir işe yerleştirilmesi ve bu çiftlikte yaşanan esrarengiz olaylar üzerine geçmektedir. Çiftliğe girdiği andan itibaren orada yaşayan ve çalışanlar tarafından garip bir şekilde davranılan Muhsine zaman içinde gördüğü ve yaşadıklarıyla neredeyse buradaki batıl inançlara inanacak düzeye gelir. (Çiftliktekilere musallat olan bir gulyabani olduğundan bahsedilir.) Neyse ki kitabın sonunda bunların hepsinin bir düzmece olduğu anlaşılır.
Şimdi bu kitaptan batıl inançlar üzerine birkaç alıntı ile örnekler verelim:
Sayfa 22 “O Gulyabaninin yemeği, çiftliğin mutfağından verilirmiş. Bir gece vermezlerse oralarını allak bullak edermiş. Ne kümeste tavuk bırakırmış, ne ahırda hayvan, ne de ağılda koyun…”
Sayfa 31 “Burada bir iki hizmetçi boğmuşlar. Elbette boğarlar. Destur demeden pencereden aşağı onların başına tükürülür mü? Hiç faraşla gece bahçeye süprüntü dökülür mü? Hizmetçiler onları saymadı. Ötekiler de onları boğdular.”
Sayfa 71 “Yine ötekileri hiddetlendirdik. Bu vakit gezindiğimizi hiç istemezler. Hanımefendinin yardımına geldiğimize de pek kızarlar. Bu kadının, eti, kemiği bütün vücudu onlarındır. Zavallıyı iyice zapt etmişler. Bu vücuda başka bir el dokunursa kıskanırlar.”
Yazarın yine 1913 yılında yazdığı bir başka roman olan Cadı ise yine batıl inançlar ve yozlaşma üzerinde duruyor. Romanın başkahramanlarından Naşit Nefi Efendi’nin ölen eski karısının Cadı olup yeni evlendiği kadınlara musallat olduğu yönünde gelişen anlatı çeşitli metafizik ve felsefi konularla birlikte batıl inançlar etrafında dallanıp budaklanıyor. Muhsine ağzından anlatılan Gulyabani romanında olduğu gibi tıpkı Cadı romanı da Naşit Nefi Efendi’nin yeni karısı Şükriye Hanım tarafından anlatılmaktadır. Şükriye Hanım alelacele yengesi tarafından dul ve iki çocuklu Naşit Nefi Efendi ile evlendirilir. Efendi’nin konağına yerleştikten sonra öğrendiği, Naşit Nefi Efendi’nin eski karısının daha önce öldükten sonra üzerinden kedi geçtiği için cadıya dönüştüğü, efendinin yeni zevcelerine musallat olduğunu hatta birini çocuklarına vurduğu için taşlıkta boğduğunu öğrenir. Daha sonra yavaş yavaş konaktaki huzur kaçmaya başlar, cadı eziyetlerini daha da artırır ve artık herkes gerçekten böyle bir şey olduğuna inanır duruma gelir derken, kitabın sonunda aslında yine her şeyin bir düzmece olduğu anlaşılır. Bazen gerçekler ortaya çıksa da, halkın diline ve mantığına işleyen bu gibi bazı inanışlar hakkında hükümler değişmez. Tıpkı bu romanın sonunda olduğu gibi.
Sayfa 27 “Gel yavrum gel. Merhume anacığın üç gecedir sırayla rüyama giriyor. Kızımın başını ateşe atıyorlar. Git, kurtar diye yalvarıyor. Seni Naşit Nefi Efendi isminde bir adama veriyorlarmış. Söz kesilmiş, nikâh olmak üzereymiş. Bu adamın kaç karı boşadığını, ne belalı bir herif olduğunu, ne korkunç bir mazisi olduğunu biliyor musun?”
Sayfa 28 “Naşit Nefi Efendi’nin vefat eden ilk karısı Binnaz Hanım güya cadı olmuşmuş da kocasının aldığı karıları boğmak için gece mezarlıktan çıkar, gelirmiş.”
Sayfa 47 “Çocuklar size bu yemişleri kim getirdi? Annem. Büyükannen mi? Yok. Ya hangi annen? Cadı annem. O nasıl laf oğlum? Sizin benden başka anneniz mi var? Ne darılıyorsun! Bizim asıl annemiz sen değilsin. O’dur. Senin gibi yalancı anne bu eve çok geldi gitti. Sizin sahici anneniz nerede oturur? Rumelihisarı’ndaki mezarlıkta. Geceleri oradan çıkar, bize sepetle yemiş getirir. Bizi kim döverse cadı annem onu boğar. Hele döv bak, sana neler yapar!”
Sayfa 211 “Bu bedene bürünmüş bir ruha benzemiyordu. Bu bir hayal değildi. Bu adeta etiyle, kemiğiyle, kanıyla canıyla dipdiri, evet pek zinde bir kadındı. Öldükten sonra dirilmişi andırır bir yanı yoktu. Bu, o gördüğüm fotoğrafın canlısıydı. Bu vücut ve ruhuyla aynı aynına Binnaz Hanım’ın kendisiydi.”
Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın 1924 yılında yazdığı Efsuncu Baba romanı ise babası Nasrullah Efendi’den kalan tılsımlı bir kitapta, Binbirdirek’te bir hazinenin olduğuna inanan ve bunu aramakla meşgul olan Ebulfazıl Enveri Efendi ve bu yolda kullandığı iki Ermeni genç Agop ve Kirkor ekseninde geçmektedir. Hazinenin olduğunu düşündükleri kuyuya inmeleri, burada tılsımlar ve fallar bulmaları, birbirini kandırmaları ve işin içinde iş olan olaylar vardır. Enveri Efendi, iki ermeni gence para teklif edip kendisine yardım etmelerini istemiş, böyle bir hazinenin olduğuna inanmamakla birlikte para cazip gelen gençler de ona yardım etmeyi kabul etmişlerdir. Enveri Efendi’de onları Binbirdirek’te yerin altında görmüş, tılsımlı kitaptaki Lahur ve Mahur adlı iki meleğin yerine koymuştur. Güya bu iki genç hazineyi koruyan ve ona teslime yardım edecek meleklerdir. Enveri Efendi düpedüz aldatmaca içindedir. Kitabın sonunda Enveri Efendi’nin kızının, sevdiği adamla evlenebilmek için tüm bu işleri uydurduğu, Enveri Efendi’nin uğursuz bellediği damatla evlenmesi koşulu ile hazineye ulaşabileceğini bildiren bir oyun kurmuşlardır. Hatta kuyuya indiğinde Kirkor’a silah zoru ile hazineye ulaşmak istiyorsan kızını bu adamla evlendirmelisin, dedirtmişlerdir. Tehdit ve şantaj ise yaramış, evlilik olmuştur. Ancak bundan sonra Ermeni gençler can korkusu ile ortalıktan kaçmış, Enveri Efendi de hazineyi bulamadan öylece ortalıkta kalmıştır.
Sayfa 33 “Bu tılsımın çevresinde daima iki melekle (Lahur ve Mahur) iki şeytan dolaşır. Şeytanlar meleklerin uyanık bulunmadıkları bir zamanı gözetleyerek tılsıma kavuşmak yolunu elde etmek isterler. Lakin melekler her an uyanıktırlar. Definenin gerçek sahibi olacak Müslümanın ortaya çıkışına kadar şeytanlarla çarpışarak hazineyi asıl sahibine teslime yardım edeceklerdir.”
Syfa 43 “H eişte yakaladım. Siz mutlak ve mutlak ya meleksiniz ya şeytan. Ya doğrudan saptırmaya geldiniz ya da yardıma geldiniz.” “İnsan olduğumuza inanmıyorsunuz? Bizi şeytan bellemedense melek çağırmanız daha hoş olur.”
Sayfa 46 “İşte şurada, üç adam boyu yüksekte duvara gömülü, mozaik bir haç var. Onun etrafını kazıyacağız. Meydana birtakım yazılar çıkacak. Tılsımın tarifesi orada.”
Sayfa 59 “Hayır, evin her yanı efsunlu, tılsımlıdır. Buraya hırsız giremez. Bazı insnalar gizlenme ilmiyle cismaniyetten ruhaniyete intikal ederler. Gözlere görünmez olurler. Onlar seni görürler, sen onları göremezsin. Bu ilmin sırrını ben de bilirim. İstesem şimdi gözlerinizin önünden kaybolurum. Beni göremezsiniz, fakat ben sizi görür ve işitirim.”

Hakka Sığındık romanı 1919 yılında Hüseyin Rahmi Gürpınar tarafından yazılan konusu itibariyle ilgi çekici bir romandır. Roman İstanbul Hoşkadem taraflarında 1900’lerin başında geçmektedir. Yüzyılın ölümcül hastalığı İspanyol gribi buraya da sıçramıştır ve her hane halkından 2 ya da 3 can almadan gitmemektedir. Kurtuluş tıp yerine hacı hocalarda görülmektedir. Halk büyük bir korku içinde açlık ve sefalet içinde yaşamaktayken, her şeye karşın eskiden Abdülhamit yanlısı olan Hacı Ferhat Efendi ve Hafız İshak Efendi aileleriyle konaklarında bolluk bereket içinde yaşamaktadır. Türlü çeşit yemekler, kıyafetler, tiyatrolar, arabalar… Bu durumda bir gün Abdal Veli adında bir dervişten bir mektup alırlar. Bu mektupta biçilen değer kadar parayı kendisine göndermezlerse İspanyol nezlesinin kendi ailelerine de sıçrayacağı yazmaktadır özetle. İlk başta bu mektubu ciddiye almasalar da daha sonrasında yaşananlar bu ikilinin batıl inançlara kapılışına neden olacaktır. Olaylar gelişir, gelişir, neticede Abdal Veli’nin de düzmece olduğu ortaya çıkar. Romanın sonunda gerçekleri bir tek Komiser Şinasi Bey öğrenmektedir. Yine de halkın doktorlara, bilime inanmak yerine bu hastalığa karşı üfürükçülerden, muskalardan medet umması içler acısı bir durumdur.
Sayfa 26 “Beş yüz lirayı vermeden biz bu tehlikeli işten çıkamayacağız. Bari kalbimize şüphe getirip sızlanmadan verelim de, Cenabıhak iyiliğini esirgemesin.”
Sayfa 57 “Efendim, Allah emreder, kul yapar. Bu kaderin bir cilvesi. Abdal Veli Hazretleri bu gece bizi bir imtihan etmek istedi. İşte bu kadar. Arabayı giysileri hemen geri gönderecek. Manevi alemde bana şimdi malum oldu.” “Abdal Veli Hazretleri rüyama teşrif buyurarak, merak etme Hurşit, çalınan eşyalarınızın hepsini şimdi konağa gönderiyorum, müjdesinde bulundular.”
Sayfa 61 “İfritlerin dehşetinden bihaber içeri girmiştim. Şimdi bile bile önlerinden geçemiyordum. Kendimi dürttüm, yumrukladım. Hayır! Ayaklarım kumanda almıyordu. İfritler homurdanmaya başladılar. Bende soğuk, sıcak, karışık terlemeye… Korkudan bunalıyordum. Fakat mümkün değil, yarı belimden aşağısı işlemiyordu. Aman Yarabbi iki ifriti görmekten bu hale geldim. Bu ıstırabım ve ayaklarımın kafama isyanı derhal Hazret-i Abdal’a malum oldu. İki kuvvetli kol beni yakaladı. Mağaradan dışarı çıkardı.”
Biz bu dört romanından bahsederek ve örnekler vererek konumuz üzerinde durmaya çalıştık. Hüseyin Rahmi Bey’in bu gibi batıl inançlar üzerine yazdığı romanları ya da değindiği eserlerinin tamamını vermeye çalışsak sanırım yazımızı bir hayli daha uzatmamız gerekecek. Bunun bir kısmını da siz değerli okuyucularımızın merakına bırakalım.
POLAT YILDIZ
 

HABERİ PAYLAŞ:
BUNLARA DA BAKIN